Savaş ganimeti olarak yoksulluk

Suriyeli sayısı, resmi ağızlara göre 900 bini buldu. 200 binin biraz üstü kamplarda. Kalanlar ülkenin her köşesinde yaşam imkânı arıyor. Yeni yoksullar onlar. 'Misafirperverlik'ten paylarına kaygı, endişe ve aşağılamadan fazlası düşmüyor.







“Ez birçî me. Zarokên min birçîne...”
Çarşafının içinde büzüşmüş. Yüzü kaldırıma değecek neredeyse. Eller titrek: “Açım. Çocuklarım aç.” Arapça söyledikleri de aynı olmalı. Yeni komşularımız onlar. Ülkenin, kentin yeni yoksulları. Yeni açlar. Yabancı değiller. Türkçe, Kürtçe ve Arapça el açıyorlar sokaklarda.
Kaç kişiler, bilmiyoruz. İstanbul yüz bini geçti deniliyor. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanı Fuat Oktay, Türkiye’deki toplam Suriyeli sayısının 900 bini aştığını geçen hafta söyledi. Sözlerindeki en net ifade, “Kamplarda 224 bin kişi var” idi. Bir de maliyetler: “Yabancı yardımlar 200 milyon dolar. Masraf 2.5 milyar doları geçti.” Para kısmını geçelim. ‘Yabancı’lar, şu Batılılar zaten almalarıyla ünlüdür, vermeleriyle değil.
Kaç on bini, kaç yüz bini hangi şehrin hangi sokaklarında, iyi bilmiyoruz. Bilmek isteyen var mı? Onu da bilmiyoruz. Savaş isteyen için mesele yok, savaş zaten yaratacağı zenginler ve yoksullarla birlikte istenmez mi? Yoksullaşan 'başkası' oldukça öyle büyük mesele filan da olmaz değil mi?
İstanbul’un her köşesinde, her kıyısında, her alanında, her duldasında varlar. Yol kenarlarında, merdiven üstlerinde, kapı boşluklarında, köprü altlarında, sırtlarına çektikleri renksizleşmiş çulların altında boşluğa bakar gibi bakıyorlar gelene geçene. Dilenci değiller, bir şeyler dileniyorlarsa da. Sesleri ancak duyulabilecek kadar çıkıyor.El açmamışlar daha önce besbelli. Düştükleri kâbusun ağırlığıyla kendilerinin, çocuklarının açlığının, geleceksizliğinin tehditkârlığı arasında salınıyorlar. Yalınayak çocuklar kış boyu sıkışan trafikte arabalardan üç beş bir şey koparmaya çalıştılar. Hayalet ulus onlar. Hayalet ulusun yeni fertleri.

Zabıta, yakar

Radikal’de İdris Emen’in haberinden okudunuz: Bayrampaşa’da, yol kenarında bir 'çadırkent' oluşmuştu. 100 kadar Türkmen aile. Su yoktu. Hastalık vardı. Ama işte boş bir çadırda, bir yol kenarında, bir yer olmayan yere tutunmaya çalışmışlardı. Haber çıkınca ne oldu? Zabıta yamandır: Halkı çıkardı. Çadırları yaktı. (Yasal ateşiyle yaklaşan zabıtayı ilk Gezi’de görmüştük. Tarihe geçmesi yakındır zabıtanın.)
Elbette, belediye böyle şeylere izin vermez. Öyle her isteyen, istediği yere çadır kuramaz. Amenna. Fakat sonra? Sonrası yok, gazetecilerin de gözüne çarpmayacakları yerler arıyorlardır.
Onlar savaş insanları. Yeni hemşehrilerimiz. Demek artık savaş içimizde, savaş insanları içimizde olduğuna göre. Demek artık biz de savaşın içindeyiz. Suriye savaşı, günlük yaşam uzayımıza paralel yeni bir günlük yaşam uzayı açtı. Yerinden ateşle edilmiş milyonlar Ortadoğu’ya yayıldılar. İşte Suriye sınırında değil, Avrupa yakasındayız ve sokaklarda yatıp kalkan sesli gölgelere dönüşmüş bir kısmı.
Gözüpekleri durmadan yer değiştirmeye, başka yerlere gitmeye de çalışıyor, nereye gitseler kötü ya zaten: İki hafta önce Edirne’de, sınırda biri çocuk sekiz kişinin kıştan kalma cesetleri bulundu; kısa haber olup geçti. Arkasını soran olmadı. Biliyoruz ki, savaş göçmenlerinin başına her iş gelebilir, kime ne?

Dışlayıcı makine çalışıyor

'Sosyal medya' denilen yerlerde, sözlüklerde, yazışma sitelerinde, ama sadece oralarda değil, günlük 'ulusal' gazetelerde açık küfrün, açık-gizli ırkçılığın bini bir para. 'Geleceğin kapkaççısı, hırsızı, uğursuzu' gözüyle bakılıyor, apaçık. “Suriyeli dilenci tehdidi” başlıkları uçuşuyor. Suçlama mönüsü çok zengin, mönüyü kullanan anlı şanlı siyasiler bile var: Oy kullanacaklar. Yurttaşların işsiz kalmasına yol açacaklar…
Şaşırtıcı değil. 'Yabancı'lığa dostluğu ünlü değil buraların. 'Misafirperverliği' ilkokul hayat bilgisi kitaplarının en erken unutulacak  bilgilerden. Fakat hiç de gizlenme ihtiyacı duyulmayan ve itiraz da görmeyen (görse böyle çabuk yayılır mı hiç?) düşmanlık, bir tür savaş zenginliğinin de tezahürü değil mi? Dolayısıyla savaş yanlılığının?
 Geçen hafta, Haliç’te, köprünün üstünden denize atlayan (ya da belki de düşen) bir ihtiyar, suda çırpınmaya başlayınca bir kişi atladı.
Gelip geçenler çoktu, görenler de çoktu ama bir kişi atladı. Görevliler gelip çıkarana kadar, ihtiyarı su üstünde tutmayı başardı. Gelip geçenlerin, görenlerin işi vardı, üstleri uygun değildi, öyle her olaya karışmamayı öğrenmiş şehirlilerdi... Atlayan ise Suriye’den gelip işte orada bir garsonluk işi bulan bir çocuktu. Canın değerini bilmez olur mu? Elbette o atlar, diğerleri izler. Ama bu neyi değiştirir: Lanet Suriyeliler sınır illerinden başlayarak en büyük şehirlere kadar her musibete, aşağılanmaya adaylar, böyle vakalar dikkat bile çekmez. Hiç savaşın kaybedeniyle kazananı bir olur mu?

Bir 'göç' tarihi

Bu 'tecrübe'lerin bir tarihi de var, bir “iç” tarihi. İç yakıcı tarih.
Bundan önceki en büyük göç, bir 'Türkiye içi' göçtü. 1984 sonrasında Kürt meselesi etrafında yürüyen savaşta milyonlar yerinden oynadı. Kasabalara, kentlere apar topar, çaresiz, darmadağın göçüldü. Sayı yine 'meçhul' gibi, iki milyondan dört milyona rakamlar telaffuz edildi. Bu göçün yarattığı yoksulluk, fındık bahçelerinden, pamuk tarlalarından inşaatlara, kanalizasyonlardan çöp toplamaya bir yığın ağır ya da pis işi, mecbur ucuza yapacak bir yoksulluk olarak, görülmedi bile. Onun yerine 'haklı milliyetçi tepki' palavrası eşliğinde bir ırkçılığın pompalana pompalana yükseltilişine tanık olduk. Şimdiki Suriyeli göçünde de benzer bir gidişat var:
 Pis işlerde, ağır işlerde üç otuz paraya çalışacak, eli mecbur bir nüfus. 'Yardım görenler', görmeyenlere göre azınlık. Resmi yardımın dışında, akrabalık, etnik, dini ya da mezhebi sebeplerle yük almaya çalışan bir görünmez el. Hepsi o. Kalanlar, her yere hayalet ulusun görünmez siluetleri olarak dağılıyorlar. Haklarında, adlarının, varlıklarının etrafında dışlayıcı, aşağılayıcı, itici söylemler de onlarla birlikte yayılıyor. Ne de olsa tecrübe var.
AK Parti politikalarının yol açtığı yıkımlara duyarsızlık, iki biçimde beliriyor galiba: Biri, AK Parti’nin üretip üleştiği zenginlikten pay alanlara ya da alma umudunda olanların duyarsızlığı.
Biri AK Parti’nin her şeyinden tiksinip, yaptıklarına karşı sadece küfür ve marşlarla ilenenlerin duyarsızlığı. İlkinin rasyoneli var, onlar AK Parti’nin kendisi zaten bir yönüyle. Gözün kendisini görmediği gibi, yürüdüğü yolda yol açtığı yıkımları görmüyor. İkincisinin rasyoneli yok, ne kadar bağırıp çağırsa da. Somut sorun olan yerleri, soyut nutuklarla, itirazlarla geçmek bir rasyonel değilse.
Savaş birilerine kazandırır, birilerine kaybettirir. O sokaklarda yatanlar, kaybedenler. Sadece kovalandıkları yerlerde kaybetmediler. Geldikleri yerlerde de kaybetmiş görünüyorlar. Kovalandıkları yerlerin galibi kim olacak, ateş ve barut belirleyecek. Geldikleri yerlerdeyse belli: Onlardan önce buralarda olanlar. Yardım için çırpınan bir avuç kurum, kuruluş ve insanı istisna edersek, bu ilgisizlik, duyarsızlık savaş zenginliğinin ilgisizliği değil mi? Bu yeni hemşehrilerimizi ‘savaş ganimeti’ saymanın ilgisizliği?


30 Nis. 14, Radikal

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni